İletişim için

İnsülin Direnci Nasıl Gelişir?

Aslında mevcut durumda doğada insülin direncinin fizyolojik olduğu, ya da geliştiği için organizmaya fayda sağladığı bazı durumlar vardır. Gebelik, enfeksiyon ve bazı hayvanlarda görülen kış uykusu gibi durumlarda görülen geçici insülin direnci organizmanın sağlıklı olmasını sağlamaktadır. Organizmanın enfeksiyonlarla savaşı için yakıt sağlamakta, kış uykusuna yatan hayvanlarda (hibernatörler) açlıktan ölmeyi önlemek için enerji kaynağı tercihinin glukoz yerine yağlar olmasını sağlamakta, yeterli fetal gelişim için metabolik kaynakları depolamayı sağlamaktadır. Ancak bu durumların hepsi geçici insülin direnci durumlarıdır. Örneğin kış uykusuna yatan ayılar, kış uykusundan uyanınca fazlaca beslenirler ve kışa doğru tam anlamıyla insanda karşılığı olan bir tür obezite durumuna ulaşırlar. Öyle ki bu ayılarda bu dönemde insülin direnci, kolesterol yüksekliği ve diyabete karşılık gelen durumlar ortaya çıkar. Ancak kış uykusuna yatınca geçen süredeki açlık döneminde gelişen insülin direnci sayesinde fazla yağlarını kullanarak enerji ihtiyaçlarını karşılarlar ve hayatta kalırlar. Kış sonunda yağ dokusunu kaybetmiş durumda uyanırlar. Ayrıca yapılan çalışmalarda bu hayvanların kış veya yaz döneminde hiç bir şekilde damar hastalıkları olmadığı gösterilmiştir. Gebelikte gelişen insülin direnci de fetüsün beslenmesini sağlamanın dışında kalp damar hastalığına asla yol açmaz. Ancak gebelikte gelişen fizyolojik insülin direnci zemininde fazla ve yanlış beslenilirse gebelik şekeri ortaya çıkabilir. Bu şeker hastalığı durumu bile geçicidir, gebelik sona erince düzelir. Ancak gebelikte şeker hastalığı ortaya çıkmışsa, yanlış ve kötü beslenme gebelik sonrasında da devam ederse gebelik sonrasında da yıllar sonra şeker hastalığı tekrar ve kalıcı olarak ortaya çıkabilir.

Doğadaki bu istisnai durumlardan da bahsettikten sonra, insülin direnci nasıl gelişiyor, adım adım basitçe anlatmaya başlayabiliriz artık. İşte her şey kronik aşırı beslenme ve/veya bu alınan aşırı kaloriyi yakamamakla başlıyor. İnsanların aslında uykusunda bile harcadığı bir kalori vardır. Hiç hareket etmeden bile insan, bir fabrika gibi sürekli bir enerji tüketir. Çünkü kalbimiz yaklaşık dakikada ortalama 70-80 kez atmakta, sürekli nefes almaktayız ve nefes alıp vermek için solunum kaslarımız çalışmakta, beynimiz tüm vücudumuza komuta etmek için sürekli yakıt harcamaktadır. Göz kırpmanın bile harcadığı bir enerji vardır. İşte tüm bu enerjiye bazal metabolik enerji denir. Bunun dışında bir de aktivitelerden ya da hareketlerimizden dolayı yaktığımız bir kalori vardır. Örneğin 30 dakika tempolu yürüyüş 210-270 kilo kalori arası bir enerji gerektirirken, 30 dakika boyunca koşmak 270-350 kilo kalori arası bir enerji gerektirmektedir. Yani 3 saat koşan bir maraton koşucusu toplamda yaklaşık 1800 kilo kalori yakarken, 30 dakika tempolu yürüyen birisi toplamda en fazla 250 kilo kalori yakmaktadır.

Bir örnekle devam edelim: bazal metabolik hızı 1600 kilo kalori olan bir erişkin birey günde 30 dakika tempolu yürüyor ve bundan başka da çok ciddi bir aktivitesi yoksa bu kişi günlük toplam 2000 kaloriye yakın enerji harcamaktadır. Eğer bu kişi 1 orta porsiyon patates kızartması, bir porsiyon peynirli börek, 1 poğaça, 1 porsiyon fıstıklı künefe ve 1 porsiyon profiterol tüketirse toplamda 2000 kalori almış olur. Et, süt, yumurta, baklagiller ve daha birçok faydalı besini alamadan hatta ekmek bile yemeden günlük ihtiyacını karşılamış olur. Sonuçta günlük harcadığı 2000 kalori olan birisi 2200 kalori alırsa, her gün fazla olan 200 kalori vücutta depolanacak ve yağa dönüşecektir. 200 kilo kalori fazla enerji ise yaklaşık 20 gram yağ dokusudur. Günde 20 gram yağlanan birisi yılda 7 kilo yağlanmış olacaktır. Yani 1 yılda 7 kg almış olacaktır. İşte "günlük 200 kaloriden ne çıkar canım" dediğimiz zaman başımıza gelecek olan budur. Oysa günde 200 kalori eksik alan, fazla kilolu birisi günde yaklaşık 20 gr yağ kaybedecek, yılda 7 kg yağ kaybedecektir.

İşte aslında kilo vermek veya almak kabaca bu kadar basit bir hesaba dayanmaktadır. Bir tür havuz hesabı gibi düşünülebilir. Havuzu dolduran musluk aldığımız kalori, havuzu boşaltan gider ise yaktığımız kaloridir. Musluğu fazla açıp gideri kapatırsak havuz taşacak; ya da tam tersi musluğu biraz kısıp gideri biraz daha açarsak havuz yavaş yavaş boşalacaktır. Basit bir fizik kanununu hatırlayacak olursak  "enerji yoktan var edilemez veya vardan yok edilemez, sadece bir şekilden diğerine dönüşür. Dolayısıyla sağlıklı bir kişi, kilo alıyorsa, ya ihtiyacından fazla kalori alıyordur ya da aldığının azını yakıyordur anlamına gelir. Örneğin sağlıklı besleniyorum ama kilo veremiyorum diye düşünen birisi 1 orta boy kase kavrulmuş fındık yiyorsa 920 kilo kalori alıyor demektir. Neredeyse günlük toplam ihtiyacının yarısıdır. Bu yediğinin bu kadar kalorili olduğunu düşünmediği veya bilmediği için aslında sağlıklı beslendiğini düşünmektedir. Oysa bir avuç kavrulmuş fındıkta olan kalorinin (260) yaklaşık 3 katı kalori almaktadır. Bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür. Eğer bir kişi giderek kilo alıyor ve dikkat etmesine rağmen kilo veremiyorsa tabiki bir endokrinoloji ve diyet uzmanına başvurmalıdır. Ancak bir taraftan da kendisini gözden geçirerek nerelerde yanlış yapıyorum diye de mutlaka düşünmelidir. Çünkü alınan her fazla kalori vücutta yağa dönüşecek ve kalıcı olarak kişide kilo artışına yol açacaktır. İşte daha önce de bahsettiğimiz gibi bu fazla kaloriler vücutta cilt altı yağ dokusunda birikecektir. Cilt altı yağ dokumuz enerjiyi ziyan etmemek için insülin hormonu etkisiyle her fazla kaloriyi depolayacak, bunun için kendi kapasitesini artıracaktır. Böylece yavaş yavaş abdominal obezite gelişecektir. Ancak bu yağ dokusunun da bir kapasitesi vardır ve depo dolduktan sonra, vücuda daha fazla enerji girmeye devam ederse, ne yazık ki fazla enerjiyi vücuttan, böbrekten, barsaktan atma şansımız yoktur. Ancak bu sefer fazla enerji esas depo organı olan cilt altı yağ dokusunda değil; olmaması gereken karaciğer, kas ve özellikle karın içi boşluğunda yer alan organları saran zarda depolanmaya başlar. Aldığımız enerji ne kadar fazla ise; ya da ne kadarını yakamazsak vücudumuz onun 1 kalorisini bile ziyan etmeden bu uygunsuz bölgelerde yağ şeklinde depolamaya deva eder. Sonuçta cilt altı yağ dokusu, karın zarı, karaciğer, kas ve hatta kalpte depolanan yağlar bu organlarda işgalci gibi hareket ederler. Vücudumuzun, bunlar için bir şeyler yapması gerekmektedir. Tıpkı vücuda giren bir virüs gibi onları temizlemelidir. Çünkü bu fazla yağlar karaciğer, kas ve kalp dokumuzun çalışmasını bozmaktadır. Bu nedenle bağışıklık sistemimiz bu işgalci yağ depolarına karşı bir savunmaya geçer ve bu bölgelerde kronik sessiz bir iltihap meydana gelir. Bu iltihap bir virüs vücuda girdiğinde ortaya çıkan iltihapta görülen ateş, ağrı gibi gürültülü bir tablo oluşturmaz. Bu iltihap daha sessiz, sinsi, daha uzun süreli, aylar, yıllar hatta on yıllar süren bir iltihaptır. Yani bağışlık sisteminin hücreleri bu yağ işgalcilerini ortadan kaldırmak için yıllar süren bir savaş başlatır. Ancak tıpkı gerçek savaşlarda olduğu gibi yalnızca düşman ölmez, çevre de bu savaştan zarar görür. Bağışıklık sistemi yağ dokusunu ortadan kaldırmaya çalışırken bir takım zararlı maddeleri ortama ve kana salgılarlar ve neticede fazla yağ dokusu ortadan kalkmadığı gibi bu iltihap vücuda zarar verir. İşte karaciğer, kas, karın boşluğu zarı ve cilt altı yağ dokusundaki bu işgalci aşırı yağlar ve bu yağların oluşturduğu iltihap ve bu iltihaptan salınan zararlı maddeler insülin hormonunun bu dokulara etki etmesini azaltır. Bunu yanı sıra bu zararlı maddeler kan damarlarının yapısını bozarlar. Bu arada pankreas bezimiz insülin üretmeye devam eder, ancak üretilen insülin artık yağ dokusunda, kasta ve karaciğerde daha az işe yaramaktadır. Bu iltihap durumu insülini etkisiz hale getirir. İş görmez hale getirir. Bu nedenle enerji karaciğer ve kasta hatta tüm hücrelerde artık depolanamamakta ve kullanılamamaktadır ve yağda depolama artık düzgün yapılamamaktadır. Bu durumu farkeden pankreas bezi insülinin yetmediğini düşünerek daha fazla insülin üretmeye başlar. Pankreasın bu hareketi de bir tür adaptasyondur aslında. Bedenimizi korumak için yaptığı son hamledir. Açken bile çok fazla insülin üretmeye başlar. İnsülin üreten beta hücreleri giderek büyürler. Bu kronik fazla beslenme durumu devam ederse ve kişi kilo almaya devam ederse bu iltihap daha da artar, insülin etki gücü daha da azalır ve pankreas çok daha fazla insülin yapmaya devam eder. Artan insülin düzeyleri aslında bir süre daha şekerin kanda yükselmesini engelleyerek şeker hastalığının ortaya çıkmasını geciktirir. Bu sırada da kişiden bir şeyler yapmasını, duruma müdahale etmesini bekler; yani kişinin bu iltihabı yaratan durum olan fazla yağları eritmesini bekler aslında. Eğer kişiden öyle bir hamle gelmezse, artık kapasitesinin bir hayli üstünde çalışan ve yorulan pankreas bezi daha fazla insülin artışı yapamadığı için kan şekeri yavaş yavaş yükselmeye başlar. İşte bu yıllar süren dönem insülin direnci periyodudur. İnsülin vardır ancak etkisizidir. Etkisizliğinin nedeni aşırı yağlar ve bu yağların ortaya çıkardığı kronik sessiz iltihaptır. İnsülin direnci sonucu artan kan insülin düzeyi (hiperinsülinemi) bir tarafta kan şekerinin yükselmesini önleyerek vücudumuzu korurken bir yandan da esas görevlerinden başka taraflara yönelmekte, hücrelerin genetik kodlarını değiştirmektedir. Dokularda ve hücrelerde enerji açlığı varken şekerin kullanılmadan depolanmasını sağlamakta, yağ dokusunu daha hızlı büyütmekte ve bu enerji açlığından dolayı iştahı daha fazla artırmaktadır. Sonuçta da bir kısır döngüye girilmekte ve geri dönüşsüz olarak süreç hızla işlemektedir. Kilo aldıkça insülin direnci artmakta, insülin direnci arttıkça kilo artışı devam etmektedir. Yapıcı bir hormon olan insülin, fazlalaştığı zaman sadece yağ dokusunu büyütmez, diğer dokuların da daha hızlı büyümesini ve çoğalmasını sağlar. İnsülinimiz ne kadar fazlaysa bu etki o kadar fazla olur.

Yapılan pek çok çalışmada tiroid bezindeki nodüllerden, kansere kadar kontrolsüz hücre çoğalması durumları, obezite ve insülin direnci ile ilişkili bulunmuştur. Sonuçta kötü beslenme ve kilo almanın sonucu olan kan şekeri yükselmesini, pankreasımız daha fazla insülin salgılayarak geciktirmiştir; ancak bu zararlı etkiden bu sayede korunurken bir taraftan da fazla insülinin olumsuz etkisine maruz kalmışızdır. Diğer bir deyişle vücudumuzun ürettiği fazla insülinin yan etkisine maruz kalmışızdır. İşte doğadaki dengede olduğu gibi vücudumuzdaki dengeyi bozduğumuz zaman da vücudumuz bizi korumaya çalışırken bir taraftan da yan etkiler oluşturmuştur. İşte tüm bu süreçlerden geçildikten sonra, kan şekerini yükseltememe pahasına bedeller ödendikten sonra maalesef süreç hep bu şekilde devam etmez. Pankreas da artık yorulur, sürekli artan insülin direncini aşacak daha fazla insülin artışı sağlayamaz ve nihayetinde artık kanda da şeker yükselmeye başlar. Ama halen daha şeker hastası olmamışızdır. Vücudumuz halen direnmektedir. Açlıkta kan şekeri normalde 100 mg/dL altında, 2. saat tokluk kan şekerimiz 140 mg/dL altında olmalıdır. İşte yıllar süren bu insülin direnci sürecinin sonunda açlık kan şekeri 100'ün üzerine, tokluk kan şekeri ise 140'ın üzerine çıkmaya başlar. İşte bu evreye diyabet öncesi dönem (prediyabet) denmektedir. Bu periyodun sonunda ise artık diyabet periyodu vardır. Bir nevi insülin direnci ile başlayan maraton sonunda önümüze bir kapı çıkar. Bu kapının üstünde prediyabet yazmaktadır ve bu kapıyı açtığımız zaman uzun bir koridorla karşılaşırız. Uzun koridorun sonunda siyah bir nokta gibi seçilen kapıda diyabet kapısıdır. Tek yönlü olan bu koridorda kötü yaşam tarzı performansımıza bağlı olmak kaydı ile yavaş veya koşar adım yürüyerek sonuçta diyabet kapısına ulaşırız, ancak bu koridorda durmak, oyalanmak hatta geri dönmek de mümkündür. Hatta prediyabet kapısından geri çıkıp sağlıklı olmak da mümkündür. Sonuçta sağlıksız yaşamda ısrar etmek, bizi bu uzun yollardan, koridorlardan şeker hastalığına kadar ulaştırır. İşte insülin direncinin kötü sonlarından birisi olan şeker hastalığı gelip çatmıştır artık.

Tüm bunları okurken, şeker hastası olmanın hiç de düşünüldüğü gibi kolay olmadığını düşündüğünüzü tahmin ediyorum. Gerçekten de durum öyledir, ancak insanoğlu her zaman zoru başarmayı bilmiştir ve bugünlere ulaşarak çığ gibi büyüyen bir şeker hastalığı popülasyonu oluşmuştur. İnsülin direncimizin olup olmadığını bilir ve buna önlem alırsak işte bu süreçlerin hiçbirini yaşamaz ve bırakın şeker hastalığını, prediyabet bile olmayabiliriz. Şeker hastalığının bir gecede ortaya çıkan bir hastalık olmadığı unutulmamalıdır (çocuklarda görülen tip1 diyabet hariç).